Her yarayı tenine mühür gibi kazımak zorunda değilsin. Her hüznü adının yanına eklemek, hayatının kaçınılmaz bir parçası gibi taşımak da… Çünkü bazı acılar, hatırlanmak için değil, geride bırakılmak içindir. Kaybolmuş hissettiğinde, bu her zaman kendi yanlışlarından kaynaklanmaz. Bazen yolunu kaybetmen, haritası bile olmayanların elindeki yönlere güvenmenden kaynaklanır. Ve zamanla, o yönler seni kendine değil, senden uzağa sürükler. Bedenin ve ruhun, yıllarca aynı aşkı paylaşmış iki yabancının artık birbirine dokunamaması gibi, birbirlerini yalnızca acıyla anımsar.
Aşkın bir varış noktası olduğunu sandığında, pusulan hiç beklemediğin bir yöne dönmeye başlar. Yolun en masum hislerden değil de nefretten geçtiğini fark edersin. Arayıp da bulamadığın her duyguyu, anlam yükleyemediğin gözlerde keşfettiğine inanırsın. Ama bir çift gözün ışıldaması, o ışığın senin için parladığı anlamına gelir mi? Sevgi, emek ister. Ama emeğini nereye verdiğin, o sevgiyi nasıl yaşadığın kadar önemlidir. Yüreğin bir okyanusu taşıyabilecek kadar derinken, neden yağmur sularının biriktiği küçük bir su birikintisinin başında duruyorsun? Suçlu aramak değil bu; ama neyi, nasıl görmek istediğin, beklentilerinin yarattığı bir illüzyondan ibaret. İnsan bazen neyi sevdiğini değil, neyi sevmesi gerektiğini düşünerek yaşar. Hayalini kurduğun her şey eninde sonunda, senin yüreğinde hayat bulur; bir başkasının maskesinde değil. Çünkü başkasının bahçesinde açan çiçek, senin toprağında solmuş bir çiçeğin yerine koyulamaz. Ve bazen, en çok sevdiğin şeylerin en önce senden alındığını düşünüyorsun. Ama belki de asıl gerçek şu: Sen onları kaybetmedin. Onlar, hiçbir zaman sana ait olmadılar.
Konuşman gerektiğinde susuyorsun. Oysa senin sessizliğin, en yanlış kelimelerin yan yana getirdiği acı kadar yakıyor yüreğimi. Beklentilerim yokken, seni sen olarak kabul edebiliyorken; seni, olmaya zorlandığın bir kalıpta görmeye çalıştığımda, hayal kırıklığı tüm duygulardan daha ağır bir yük oluyor. Ve sen susarken, ben konuşuyorum.
Güllerden bahsedersem sana, toprak onların kokusunu sunar bana. Eğer dikenlere takılırsak birlikte, dünya bize onların acısını öğretir. Ama işte burada, en önemli fark ortaya çıkar: Dikenleri görenler ellerini çeker, çiçeği görenler yaralarını önemsemez. Peki ya sen? Çiçeklere dokunmaktan korkuyor musun, yoksa onları gerçekten sevebilecek cesarete sahip misin? Dil bir bahçıvan… Ruhumuzun bir gün biçmek zorunda kalacağı tohumları ekiyor her geçen gün. Ama unutma, bazı tohumlar filizlenmeden ölür. Ve bazı çiçekler, sadece ona gerçekten bakanın ellerinde açar.