“Aşk mıdır ki can-ü dil mülkünü yağma eyleyen
Aşk mıdır sinem içre gelip de cân eyleyen.”
Dünya sofrasında bir sahne, sahnenin tam ortasında bir masa… Masanın bir köşesinde Mevlevi dergâhının ‘’ney’’ sesi, yanında Fuzuli’nin ah çekişleri; karşılarında Nedim nezaketi haddeden geçirip sevgilinin boyunu posunu yapmakta, İstanbul’u gözleri kapalı dinleyen Orhan Veli’den Mualla Abla şişeden süzülen ‘’mey’’ ile yanaklarını kızartmakta. Öte yanda derin bir sohbete dalmış Atilla İlhan, yıllar öncesinden çıkıp gelen Yunus Emre’yi dinlemekte pür dikkat. ‘’Aysel git başımdan ben sana göre değilim’’ derken titreyen sesini; ‘’hoştur bana senden gelen, ya gonca gül yahut Diken. Ya hayattır yahut kefen. Nârin da hoş, nurun da hoş. Kahrın da hoş, lütfun da hoş.’’ diyen Emre’nin olgunluğu sakinleştirmekte. Bir an gelmekte, bütün sözler bitti sanılmakta, bir sessizlik gelip çökmekte yılların yorgun yüreklerine.
Derken, sessizliği parçalayan bir ses duyulmakta; yemekler yenmeden önce sofrada güzel bir çingeneyi dolaştıran Turgut Uyar daha çok sarılmakta yanı başındaki Edip Cansever’e. Sevdikleri için alışılmış şeyler söyleyemeyenlerin sofrası burası. Şimdi sizinle dünyanın en güzel sevda sözünü paylaşmak istiyorlar. Bağırıveriyor Turgut Uyar hepsinin ağzından. ‘’Bir bozuk saattir yüreğim hep sen de durur.’’ Duran yürek bir dokunuşla canlanıverir; cefadır lâkin cefası da hoştur. Ne olursa olsun adı aşktır. İstemez doktor, hoşnuttur âşık, maşuk uğruna açılan tüm yaralarından; el vermese de tabip ona dosttur. Bakışlarını kaçırdığı halde gönlünü gülden alamayan bülbül her gün aynı bahçeye gitmekte, her gece gülünü hayal etmekte, onu susuz bırakmasınlar diye yağmur bulutlarına tüm benliğini adayarak şarkılar söylemekte.
Zaman sofrada hızla akmakta, bülbülün döktüğü gözyaşları dünyanın öbür ucunda Edip Cansever’in ‘’yer çekimli karanfilini’’ sulamakta. Peşi sıra kaldırımların takip ettiği Necip Fazıl’ı biraz ötedeki durakta Ahmet Haşim beklemekte. Sofradaki yerlerini alıncaya kadar yolda birbirlerine yarenlik etmekteler tatlı tatlı. Mecnun’un bu iksir ile düştüğünü, Fuzuli’nin bu alevden içtiğini söylerken kulaklarını çınlatmaktalar aşkı anlatan nice gönül ehlinin. ‘’Zannetme ki güldür, ne de lale, ateş doludur, tutma yanarsın, karşında şu gülgûn piyale…’’ Yandılar… Hamdılar, piştiler, kimi oldu kimi olmak için yoluna devam etti. Nice şiir, nice gönülden dökülen söz, nice bir bakış, nice bir bakışa meyil etmiş yürek bıraktılar. Pervaneye benzeyen âşık, bir saz şairinin sazından sözünden çıkıp geldi oturdu dünümüze, bugünümüze. Onulmaz bir dert olan aşk; maşukun peşinde dönmeye, döne döne erimeye devam etti. Kimler gelip kimler geçti sofradan. Anlatanlar değişti, anlamları süsleyen kelimeler değişti, ona yüklenen mana hep korudu yerini. ‘’Ey aşk, sen nelere kadirsin’’ sözü halkın dilinde pelesenk oluverdi. Hikâyenin bu noktasında Cemal Süreyya da katıldı bizlere, üstelik daha bir sevinçle. ‘’Kentimsin’’ dedi sevdiğine, soyadından bir harfi sildiriverdi sessizce. İki yareni vardı aşkın bu yıllar süren yolculukta: Sabır ve sükûnet. Masallar yaratıldı, masalların kahramanı oldu aşk. Duvarları yıkmış, aynalar misali insanlara başkalarının yaptığı kötülükleri değil, kendi kalplerindeki iyilikleri gösterir olmuştu.
Şimdi sahnede en çok sen varsın ‘’aşk’’ Gel anlat bize: Nasılsın aşk? Anlat bize hikâyeni, kimler üzdü, kimler kırdı, kimler seni tozlu sayfaların arasında saklayıp hediye etti bizlere. Bu her şeyden önce ‘’aşkın yolculuğudur.’’ Aşkı anlatan nice büyük yüreğin dilinden dökülmüş nice büyük söz bizleri beklemektedir bu yolculukta. Geçmişten bugüne onu nasıl anlattılar? Ellerimizi uzatıp tutamadığımız aşk; avucumuzun arasında bir kelebek, dudağımızın hemen ucunda bir buse oluverdi. Biz susalım şimdi en çok ‘’aşk’’ size kendi evrimini kendisi anlatsın.
Hatice Tuğçe Kaval