- 21. yüzyılın ilk çeyreği sona ererken, geçmişte kısa bir süre var olmuş bazı devletlerin hayaleti, beklenmedik biçimde internet kültürünün loş köşelerinde yeniden hayat buluyor. Rodezya, yani bugünkü Zimbabve’nin eski beyaz devleti, bu yeniden dirilişin en tartışmalı örneklerinden biri. TikTok’ta nostaljik askerî footage’ler, Instagram’da sayısız editler, YouTube’da “What If Rhodesia Survived?” başlıklı alternatif tarih videoları…
Ülkemizde fazla bilinmeyen Afrika ve Afrika’nın sömürge tarihi, batıda, özellikle Z kuşağında farklı bir şekilde yorumlanıyor. Bence ülkemizde de tarih okur-yazarlığını da sorgulatan bu yeni trend hakkında konuşmak lazım.
Peki bu kısa ömürlü ülke neden bugünün batıdaki genç sağcılığına bir kimlik kaynağı hâline geldi? Ve neden hala Güney Afrika’nın apartheid rejimi kadar bilinmiyor? Gelin bakalım.
Ahmet kağan sefer
Yazının yazım sürecinde kullandığım kaynaklara ulaşmak, çevirmek ve tarafsız olmaya çabalamak çok zamanımı aldı. CIA’in raporları olsun; Başkan Ian Smith’in kitabı olsun, Chicago ve Oxford Üniversitesinden çıkma kaynakların aşırı taraflı bakış açıkları olsun hepsi beni ayrı ayrı yordu. Dilerim ki sabırlı bir şekilde sonuna kadar okursunuz. Kaynakların hepsine yazının sonundan ulaşabilirsiniz.
RODEZYA: TANIYALIM
Rodezya, Afrika’da bugünkü Zimbabwe topraklarında yaşamış İngiliz kolonisinin ismiydi. Doğal güzellikleri, verimli toprakları, çeşitli etnisiteleri barındıran bu topraklar herhangi bir kolonizasyon görmemişti. İngilizlerin Güney Afrika’da hakimiyetlerini sağlaması ile beraber işler değişti.

Cecil Rhodes tarafından ”keşfedilen” bu toprakların ekonomik potansiyeli, hemen fark edildi. Çok zaman kaybetmeden, İngilizler sömürge sürecine başladılar. 1890’larda Cecil Rhodes’in Britanya Güney Afrika Şirketi (BSAC) eliyle yürütülen bir kolonizasyon ve hammadde arayışıyla İngilizler bölgede hakimiyetini sağladı. Güney Afrika’da Transvaal ve Vreistaat gibi bölgelerde keşfedilen madenler, tüm bölgenin kaderini değiştirmeye yetmişti. İngiltere, bu toprağı bir protektora gibi değil, adeta bir şirketin özel arazisi gibi yönetmeye başladı. Başlangıçta amaç, altın ve elmas bulmaktı. Altını buldular ama umulan zenginlik, Transvaal’deki kadar devasa olmadı. Bu hayal kırıklığı, yönetimi daha sürdürülebilir kaynaklara –özellikle tarım ve diğer madenlere– yöneltti.
1910’lara gelindiğinde, Güney Rodezya artık bir self-governing colony olmuştu. Yavaş yavaş kalıcı yerleşim kuran Beyazlar, Salisbury ve Bulawayo şehirlerini inşa ettiler. 1923’te doğrudan İngiliz Kraliyeti’ne bağlanan bu yeni koloni, liberal kapitalist ekonomi modelinin “Afrikalı emeği ve Avrupalı mülkiyeti” temelinde inşa edildiği nadir örneklerden biriydi.
RODEZYA’NIN YÜKSELİŞİ VE EKONOMİK DURUMLAR
Güney Afrika kadar beyaz yerleşimciye sahip olmayan Rodezya, küçük potansiyeline rağmen hızlı bir yükseliş gösterdi. 1930’lara gelindiğine ise Rodezya için bir dönüm noktası başlamıştı. Büyük Buhran, Britanya İmparatorluğu’ndaki metropol ve koloniler arasındaki ekonomik ilişkileri daha da sıkılaştırdı. Rodezya’da Virginia tipi tütün, başlıca ihraç ürünü haline geldi. Beyaz yerleşimcilerin yoğun teşviklerle kurdukları büyük çiftlikler, Rodezya’nın ekonomisinin omurgasının sadece bir bölümüydü.
Sadece tarım değil, taşımacılık, bankacılık, gümrük ve dış ticaret politikaları da tütün çevresinde döner olmuştu. 1950’lerde Rodezya, dünya tütün ihracatında ilk beşe giren bir ülkeydi. – Burada bir parantez açmakta fayda var. Yaklaşık 3-4 milyona sahip olan bir ülke, tütün ihracatında 20 senede bir rekor kırıyor. Rodezya’nın dinamiğini anlamamız için güzel bir örnek.
Rodezya’nın ekonomik sisteminin omurgasını bakır, krom, altın ve demir cevherileri de oluşturuyordu. En büyük endüstriyel başarı, 1937’de kurulan Zisco (Zimbabwe Iron and Steel Company) idi. Bu şirketle birlikte, Gwelo, Bulawayo, Salisbury gibi şehirler sanayi merkezlerine dönüştü. Bu gelişmeler, 1960’larda Afrika’nın en sanayileşmiş ülkelerinden biri olması için ön ayak olmuştu. Johannesburg’un (Güney Afrika’nın başkenti) gölgesinde kalsa da Salisbury, bir beyaz elit ütopyası haline getirildi: asfalt yollar, bankalar, golf kulüpleri, opera evleri… Salisbury, herhangi bir Amerikan ya da Avrupa şehri gibi genişlemeye ve filizlenmeye başlamıştı. Fakat bu genişleme, çoğu zaman Beyaz nüfus için olan bir genişlemeydi.
Afrikalı nüfusun çoğunluğu kayıt dışı ekonomide, düşük ücretle, sendikasız çalışırken, GSYİH’nin neredeyse %60’ı beyaz nüfusun kontrolündeydi. (Beyazlar yaklaşık ülkenin nüfusunun %5.1’ini oluşturuyordu.) Eğitim, mülkiyet, sağlık ve istihdam gibi tüm alanlar, beyazlara ya da onların emrindeki daha düşük sayıdaki siyahlara ayrılmıştı.
İkinci Dünya Savaşının başlaması ile beraber, Rodezya topyekün olarak İngilizlerin yanında savaşa katıldı. O zamanki adı ile Güney Rodezya, 1939’da İngiltere’nin Almanya’ya savaş ilanından yalnızca bir saat sonra savaşa girdi. Böylece Britanya İmparatorluğu içinde savaşa en erken katılan dominionlardan biri oldu. Toplam nüfusu 1.5 milyon civarında olmasına rağmen, yaklaşık 26.000 Rodezyalı erkek ve kadın (özellikle beyaz nüfusun büyük çoğunluğu) gönüllü olarak İngiliz ordusunda görev aldı. Rodezya Afrikalı Kolordusu (Rhodesian African Rifles – RAR): Siyahi askerlerden oluşan birlikler özellikle Burma Cephesinde Japonlara karşı savaştı. Bu askerlerin pek çoğu, ağır tropikal koşullarda cephede kahramanca hizmet verdi. Ayrıca Güney Rodezya Hava Gücü, Britanya’nın Empire Air Training Scheme programında önemli bir merkez oldu. Salisbury, RAF (Royal Air Force) pilot eğitimi için kullanıldı. Pek çok Güney Rodezyalı pilot, RAF’ın elit birliklerinde yer aldı.
İkinci Dünya Savaşında, Rodezya beyaz ya da siyah demeden müttefik kuvvetleri yanında aslanlar gibi çarpıştılar desek yalan olmaz. Savaş boyunca bu ufak koloninin yaptığı fedakarlıklar, Rodezya’yı prestijli bir konuma getirdi. Afrika’nın bağrından kopup gelen cesur askerler, ülkelerini en güzel şekilde temsil ettiler. Bu da Rodezya’nın hem kültürel olarak İngilizlerden ayrışmasına ve milli bilinç kazanmalarına yardımcı oldu. Rodezya, savaştan sonra 1950’lerde federal birleşme sürecine (Güney Rodezya, Kuzey Rodezya ve Nyasaland) öncülük edecek kadar siyasi açıdan etkili bir konuma geldi.
Savaştan zaferle ayrılan müttefikler için bayram havası vardı. Almanlar ve Japonlar yenilmiş, kötüler kaybetmiş iyiler kazanmıştı 🙂 Fakat anakara Britanya’da bu düzen için farklı şeyler planlanıyordu. ”Majority Rule – Çoğunluk Yönetimi” ilkesi ile Afrika’dan çekilmeyi kafasına koyan İngiliz Hükümeti, yavaş yavaş dekolonizasyon sürecine başladı. 1960’ların başında İngiltere, sömürgelerini bağımsızlığa hazırlarken, yeni bağımsızlıklar için “bir insan bir oy” prensibini öne sürüyordu. Rodezya’daki beyaz azınlık ise (nüfusun %5’i) siyahlara güç verilmesine şiddetle karşıydı. Çünkü siyasi güç kaybı, ekonomik ve toplumsal üstünlüğün de sonu olacaktı. Yani, ülkeyi kuran beyaz halk, İngilizlerin isteği doğrultusunda ülkeyi yönetemeyeceklerine inandıkları siyahlara teslim edeceklerdi. Bu onlar için tabi ki kabul edilemezdi. Tez elden bir karar verilmesi gerekiyordu. Onu da Ian Smith hükümeti üstlendi:
UDI (Unliteral Decleration of Independence), 11 Kasım 1965’te, Güney Rodezya’nın beyaz liderliğindeki hükümeti (Başbakan Ian Smith önderliğinde) tarafından İngiltere’den tek taraflı olarak bağımsızlık ilan Ancak bu, sadece beyaz azınlık yönetiminin bağımsızlığıydı; siyah çoğunluk tamamen dışlanmıştı. Ian Smith liderliğindeki hükümet, UDI ile İngiltere Kraliçesi’ne sadakatlerini sürdürdüklerini ilan etti ama kendi yasalarını tanımaya başladıklarını duyurdular. İngilizler ve Birleşmiş Milletler, bağımsızlık ilanını hemen yasadışı olarak tanıdılar. Ekonomik ambargo uygulandı, Rodezya dünya ekonomisinden izolasyon süreci başladı. Ancak Portekiz ve Güney Afrika için Rodezya vazgeçilemez bir ticari ve askeri ortaktı. Yasadışı olarak Mozambik (O zamanki Portekiz Kolonisi) ve Güney Afrika’nın limanları üzerinden ticaret tam gaz devam etti.
UDI sonrası yaşananlar da Rodezya’da ve İngiltere’de çok büyük ses getirdi. İngilizler bir sömürge savaşına sıcak bakmadıkları için askeri müdahale imkansızdı. Şaşılan şey ise İngilizlerin başta Rodezya’nın “kendi kendine” bu ırkçı sistemi terk edeceğini, belki müzakereyle siyah çoğunluğa kademeli olarak hak verileceğini dair umutlarıydı. Ancak Ian Smith ve destekçileri bu süreçte doğrudan direnişi seçti. Rodezyalılar ise İngilizlerin bu hamlelerini ”hainlik” olarak görecek ve milliyetçilik duygularını daha da arttıracaktı.
Bu noktadan sonra Rodezya için artık geri dönüş yoktu. İngiltere’nin yumuşak geçiş beklentileri, Ian Smith’in kararlılığı karşısında boşa çıkarken; asıl tehlike, çok daha derinlerde ve sessizce filizleniyordu. Sınırlarda, köylerde, kasabalarda… Komünizm, bu topraklarda yeni bir savaşın habercisiydi. Çoğu tarih anlatısında bu savaş, 1966 veya 1972 gibi belirli tarihlerle başlatılır. Oysa Rodezya’daki gerilla savaşının ve komünist ideolojinin tohumları, çok daha erken yıllarda atılmıştı. 1950’lerin sonlarında bile, sömürgeci düzenin çeperlerinde radikalleşen siyahi gençlik arasında Mao, Lenin ve Nyerere’nin sözleri okunuyor, siyah kitle yavaş yavaş komünizme kayıyordu. Siyahi gençler, bu düzeni yıkmanın en etkili yolunun da savaş olduğunu biliyordu. İçlerinden kimi Çin’de eğitim gördü, kimi Sovyetler’de kamplarda yetiştirildi. Siyahi milliyetçi hareketler (özellikle ZANU, Zimbabwe African National Union -Çin Destekli- ve ZAPU Zimbabwe African People’s Union) -Sovyet destekli-)) beyaz azınlık yönetimine karşı silahlı mücadeleye başladı.

1964’de ilk sesleri başlayan savaş, ufak çatışmalar ile başladı. Sabotajlar ve pusular ile saldırı yapan ZANU ve ZAPU milisleri çok büyük kayıplar verdi. Savaşın ilk yıllarında, Rodezya kuvvetleri sınırlı kaynağa rağmen gerillalara göz açtırmadılar. Profesyonel ordu birlikleri, gönüllüler ve paramiliter gruplar sayesinde, 10 yıl boyunca, dışarıdan desteklenen bu gerilla hareketlerini ülke içinde kontrol altında tutmayı başardılar. Hava kuvvetleri, keşif ve ani müdahale operasyonlarıyla stratejik üstünlüğü korurken, Kara Kuvvetleri özellikle sınır bölgelerinde kurduğu “koruma köyleri” ve istihbarat ağıyla direnişi kırmaya çalıştı. Ancak bu savaş sadece bir askerî mücadele değildi. Psikolojik harp, bilgi savaşı, propaganda ve köylülerin sadakatini kazanma yarışı da belirleyici oldu. Gerillalar çoğu zaman şiddetle halkı sindirmeye çalışırken, hükümet sadakati teşvik etmeye çalıştı. Bu ortamda tarafsız kalmak neredeyse imkânsız hale geldi. Özellikle 1977’e kadar Rodezya ezici bir üstünlük ile operasyonlarını sürdürdü.
Rodezya’nın askeri ve lojistik olarak ayakta kalmasında iki ülkenin kritik rolü oldu: Güney Afrika Cumhuriyeti ve Portekiz (Mozambik üzerindeki hâkimiyeti döneminde). Güney Afrika, apartheid rejiminin etkisiyle, bölgedeki komünist tehditlere karşı doğal bir müttefik olarak Rodezya’yı destekledi. Bu destek; Petrol, Silah ve İnsangücü desteği, hava sahası esnekliği ve istihbarattı. Ancak bu destek hiçbir zaman açık bir askeri müdahaleye dönüşmedi. Güney Afrika, Rodezya’nın “tamamen düşmesini” istemiyordu, ama uluslararası baskılardan dolayı da doğrudan savaşa girmekten kaçındı.
1975’e kadar Mozambik Portekiz kontrolündeyken, Portekiz yönetimi Rodezya’ya karşı düşmanca bir tavır almadı. Hatta Beira Petrol Boru Hattı, Rodezya’nın ekonomik yaşam damarı olarak işlev gördü. Mozambik limanlarından gelen bu hat, Rodezya’nın akaryakıt ihtiyacını karşılarken, Portekizli yetkililer çoğu zaman göz yumdu. Mozambik’teki FRELIMO hareketinin başarıya ulaşması ve komünist bir yönetim kurmasıyla birlikte, Rodezya bu önemli hattı kaybetti. Ancak bu durumdan çok önce Rodezya ordusu, Mozambik kırsalında büyük operasyonlarla ZANLA’nın yayılmasını önlemeye başlamıştı. Bu operasyonlarda kullanılan doktrinler ve taktiklerde kontrgerilla savaş düzenine çok güzel örneklere sahne oldu.
Rodezya Ordusu’nun sınır ötesi operasyonları, uluslararası hukuk açısından “egemenlik ihlali” olarak değerlendirilse de, Rodezya hükümeti bunu bir savunma refleksi olarak meşrulaştırdı. “Hot pursuit” (sıcak takip) doktrini altında yürütülen operasyonlar, çoğu zaman önceden belirlenen gerilla eğitim kamplarını, silah depolarını ve geçiş güzergâhlarını hedef aldı. Belirlenen düşman kuvvetleri sonuna kadar takip edilerek kampları, geçiş ve ikmal noktaları, saklandıkları yerler tek tek imha edildi. Belki de Çalı Savaşı’nın en simgesel sınır ötesi operasyonu Operation Dingo (1977) idi. Mozambik’in Chimoio kasabasındaki ZANLA (ZANU’nun silahlı kolu) kampına karşı düzenlenen bu saldırı, Havadan İniş Tugayı (Rhodesian Light Infantry), SAS, Selous Scouts ve hava kuvvetlerinin iş birliğiyle gerçekleştirildi. Operasyonun amacı yalnızca militanları değil; siyasi kadroları, eğitim altyapısını ve lojistik ağı da yok etmekti.
Rodezya Hava Kuvvetleri’nin Hawker Hunter jetleri, Canberra bombardıman uçakları ve helikopter destekli paraşütçü birlikleri eş zamanlı harekete geçti. 1200 civarında ZANLA mensubu öldürüldü; kamp tamamen imha edildi. Gerilla grupları için bu, moral ve yapısal olarak büyük bir darbe anlamına geliyordu.
Bu sınır ötesi operasyonlar, kısa vadede gerilla örgütlerinin moralini bozdu, örgütlenmelerini aksattı ve propaganda başarılarını azalttı. Ancak bu operasyonların hiçbiri savaşı bitirmeye yetmedi; çünkü gerillalar dış destekle hızla yeniden yapılanabiliyor, Sovyet bloğundan gelen yardım da kesilmiyordu. Çin ve Sovyetler sürekli olarak desteğini yinelerken, Rodezya elindeki kıt kaynaklar ile ülkeyi beslemeye ve düzeni sürdürmeye çalışıyordu. Şimdiye kadar, uluslararası ambargoya ve kaynaksızlığa güçlü bir şekilde dayanan Rodezya için işler ters gitmeye 1975 yılında Mozambik’deki Portekiz hakimiyetinin bitmesi ile başladı.
Beira’daki boru hattının kontrolünün kaybı ile beraber Rodezya çok ciddi bir petrol krizi yaşamaya başladı. Güney Afrika ise kendi iç meselelerinden dolayı eskisi gibi yardım gönderemiyordu. Rodezya’nın kuzeyindeki Zambiya ise pek çok defa Rodezya’nın sınır ötesi baskınlarından zarar görmüştü. Bu gelişmelerden sonra, Zambiya açık açık ZIPRA’ya (ZAPU’nun silahlı kolu) destek vermeye başladı. ZIPRA bu sayede daha konvansiyonel savaş hazırlıklarına girişti. Hatta Zambiya sınırında tank ve SAM füzeleri bile konuşlandırıldı. 1975-76 yılları arasında ise gerilla örgütlerinin toplam aktif asker sayısı 20.000’i aştı.
Savaşın sonunun geldiği artık yavaş yavaş belli oluyordu. Her şeye rağmen, Bulawayo ve Salisbury’de yaşayan beyaz halk 1978 yılına kadar savaştan açık bir şekilde etkilenmedi. 1978’de Güney Afrika artık tamamen desteğini çekmesi ile beraber, Rodezya ve ülkeyi inşa eden beyazlar kaderlerine terk edildi. 1979’daki anlaşmaya kadar Rodezya, apartheid tarzı bir hükümet olmadığını kanıtlamak için siyahi bakanlar atadı. RAR’a (Rodezya Afrikalı Kolordusu) gönüllü olarak savaşmak isteyen pek çok siyah silah altına alındı. Fakat bu çabalar Rodezya’nın uluslararası tanınırlık kazanmasını sağlayamadı.
1979 – Lancaster House Antlaşması – Rodezya’nın Sonu
Artık Ian Hükümeti sonun yaklaştığını görebiliyordu. İngilizlerin olaya el atması ile beraber 21 Aralık 1979’da Lancaster House antlaşması imzalandı. Rodezya’nın resmi olarak İngiliz kontrolüne (geçici olarak) geri dönmesini ve ardından bağımsız çok ırklı seçimlerin yapılması öngörüldü. Ian Smith ve destekçileri, savaşı askerî olarak kazanamasalar da müzakereyle bir “yumuşak geçiş” elde etmeyi hedeflediler. Fakat bu da olmadı. Gerçekleşen seçimleri, beklendiği gibi ZANU-PF lideri Robert Mugabe kazandı. Böylece 1980’de, ülkenin adı Zimbabve olarak değişti.
Burada ufak bir parantez daha açmak istiyorum. Her şeyin bittiği 1979 yılında, Rodezya Ordusunun elinde tek bir koz kalmıştı. Ian Smith’e olan muhalefet senelerdir katlanarak devam ederken, Lancaster görüşmeleri esnasında bazı yüksek rütbeli subayların aklında son bir fikir vardı. Son bir çare, son bir mermi: Quartz Operasyonu…
İngilizler ile yapılan müzakereler sırasında Rodezya ordusunun içinde bazı yüksek rütbeli subaylar, Mugabe’ye suikast ve ZANLA kamplarına büyük bir hava saldırısı düzenleyerek savaşta dengeyi tersine çevirmeyi tartıştılar. Saldırı eş zamanlı olacaktı: Harare’deki (eski Salisbury) ZANU liderlerine yönelik eş zamanlı suikastlar ve Zambiya ve Mozambik’teki gerilla kamplarına hava saldırıları (Operation Hectic). Söylentilere göre plana son 24 saat kala iptal edildi. Bazıları İngiliz hükümetinin haberi olduğu için iptal edildiğini söyler, bazıları da Güney Afrika’nın planı desteklemediğini. Bir iddia da Ian Smith’in bu plandan haberinin olması ve topyekün bir iç savaşa yer vermemek için planı reddetmesiydi. Gerçeği asla bilemeyeceğiz ama son ana kadar Rodezyalı beyazlar, düzenlerini korumak için her şeyi göze almıştı.
Peki, Rodezya gittikten sonra yerine gelen Zimbabve’de neler oldu? Mugabe, başlangıçta barışçıl bir geçiş politikası izledi. “Uzlaşma politikası” adı altında beyazlara da kabinede yer verdi. Eğitim ve sağlık alanında kapsayıcı reformlar yaptı, kırsalda okullaşma arttı. 1985’e kadar Zimbabve’nin durumu fena gitmiyordu. Fakat ZANU ve ZAPU’dan bahsetmiştim sizlere. 85’de büyük bir bölünme yaşandı, 1983–1987 yıllarında gerçekleşen Gukurahundi Katliamı yaşandı, suçu ZAPU’ya attı. ZANU iktidarı tamamen tek parti hâline geldi. Yapısal uyum programları nedeniyle ekonomi küçüldü. Beyaz çiftçilerin büyük arazi sahipliğine son vermek amacıyla 1999’da zorla kamulaştırmalar başladı. Kamulaşan toprakları, Mugabe kendine yakın olan adamlara verdi. Bu politika, tarım üretimini çökertti, gıda krizi doğdu, enflasyon kontrolden çıktı. Ülke 26 yıldır hala komünist rejimini yolsuzlukları yüzünden derin fakirlik ve altyapı sorunları ile boğuşmakta.
1980’de 200.000 olan beyaz nüfus; alıkoyma, faili meçhul cinayetler, kundakçılık, usulsüz bir şekilde mallara el konulması gibi sebeplerden dolayı 2000 yılında nüfusları 30.000’in altına düştü. Tabi bu sessiz soykırımdan sadece beyazlar değil, Zimbabve’deki diğer etnik kökendeki insanlar da etkilendi. 1980’de bağımsızlığını kazanan Zimbabve için barış, sadece bir hayaldi. Daha önceden de bahsettiğim gibi yeni kurulan hükümetin, yani Mugabe’nin ZANU-PF’inin, Ndebele halkına karşı başlattığı “Gukurahundi” operasyonu, sert bir intikam süreci olarak tarihe geçti. Beşinci Tugay tarafından yürütülen bu temizlikte, on binlerce sivil sorgusuz sualsiz infaz edildi. İnsanlar sadece ait oldukları etnik kimlik yüzünden öldürüldü, köyler yakıldı, kadınlar tecavüze uğradı. Devletin kendi halkına karşı savaştığı bu karanlık dönem, bağımsızlık sevinciyle değil, korkuyla yazıldı Zimbabve tarihine. Ve belki de en acısı, hâlâ kimsenin hesap vermemiş olmasıydı.
Bu kadar dökülen kandan sonra, bir zamanlar Afrika’nın tahıl ambarı olan Zimbabve toprakları, şimdi bu halde: Gayri safi yurt içi hasılada dünyada 104. sırada. Güvenlik tehditleri endeksinde en riskli 20 ülke arasında. Sağlık hizmetlerinde 60. sıralarda. Turizmde Afrika’da 6. sırada olsa da altyapıda dünya genelinde 128. sıraya düşmüş durumda. Ekonomik refah endeksinde 139, inovasyon endeksinde ise 118. sırada. Bir hayaleti yenen ülke, eski hayaleti tekrardan özlüyor…
Kaynakça:
Cilliers, Jakkie. Counter-Insurgency in Rhodesia. Croom Helm, 1985.
Stiff, Peter. See You in November: The Story of Alan ‘Taffy’ Brice – Rhodesia’s Selous Scout and Counter-Terrorist Commander. Galago Publishing, 1999.
White, Luise. Unpopular Sovereignty: Rhodesian Independence and African Political Imagination. University of Chicago Press, 2015.
Smith, Ian. The Great Betrayal: The Memoirs of Ian Douglas Smith. Blake Publishing, 1997.
Selby, Angus. Rhodesian Air Force Operations during the Zimbabwean War of Liberation. University of Oxford, 2006. (DPhil Thesis)
CIA BELGELERİ:
CIA-RDP85T00875R001500090021-3
“Prospects for Rhodesia” (Intelligence Memorandum – 1974).
CIA-RDP85T00314R000100180001-2
”Southern Africa: The Soviet and Cuban Role” (Briefing Paper – 1977).
CIA-RDP79T00429A001200020001-0
“Rhodesian Guerrilla War: Long-Term Impact and Scenario Mapping” (1977).CIA-RDP78T04752A000200010019-0
“Airfields and Forward Operating Bases in Rhodesia and Mozambique” (Imagery Intelligence File – 1978).