Geçen insanları izlemenin tek eğlence olduğu, kimsenin yaşamında yer etmeyen başkalarının dertlerinin başköşeyi aldığı bir hayattan ne beklenirdi? O da kendi hayatından bir şey beklemiyordu. Başkalarının hayatlarını izleyerek onların üzerinden yaşamaya çalışıyordu. Kendi hayatının ona sunamadığını, diğerlerinden bulmaya çalışmanın uğraşını veriyordu. İnsanlarla dolu olan bu mekânın ortasında bile, kendini yalnız hissetmesine neden olan hayattan sıkılmıştı. Fakat başka şansı mı vardı? Bu sağır edici sessizliğin içinde yapabilecek hiçbir şeyi olmadan, yavaşça süzülerek yok oluyor, şeffaflaşıyordu. Her şeyin olanca hızıyla akıp gittiği sonraların pek de bir anlam teşkil etmediği hayatta insanların onu önemsediği yoktu. O, farklıydı. Diğer insanlar gibi değildi. Olamayacaktı da. Onun önüne serilen hayat buydu, böyle doğmuştu. Diğer insanları hiçbir zaman tam olarak anlayamayacaktı.

Önünden gülüşerek geçen arkadaş grubuna biraz imrenerek, biraz da kendine acıyarak baktı. Ne hakkında konuşuyorlardı? Neden gülüyorlardı? Başka inanlarla iletişim hâlinde olmak nasıl bir duyguydu? Peki ya birinin onlara adıyla seslenmesi? O nasıl bir duyguydu? Bu soruların cevabını belki de asla öğrenemeyecekti. Kendi adının okunuşunu bile bilmeyen biri için, fazlasıyla anlamsız düşüncelerdi bunlar. Ailesinin içinde dahi yabancılık çeken birinin, birlikte anlaşabilecek bir arkadaş arıyor olması… Acınası değil de neydi? Tek yapabileceği, onları izlemek değil de neydi? Böyle olmayı o seçmemişti, fakat  böyle yaşamak zorundaydı. Doğduğu aileyi, yeri seçemediği bu hayatta en azından kendi arkadaşlarını seçme hakkının olması gerekmez miydi? Olmadı, hak ettiğini düşündükleri verilmemişti ona. Diğerlerine verilirken ona niye verilmemişti, bilmiyordu. Şimdi bunun üzerine kendini yormanın bir anlamı yoktu. Sonuçta bir şey değişecek değildi.

Omzunda hissettiği bir elle, anlık bir şok ve korku dalgası bedenini sardı. Etrafında olup biten her şeyi bütün dikkatini toplayarak izliyor olmasına rağmen arkasından yaklaşan bu kişiyi fark edememişti. Zaten nasıl edebilirdi?

O… Duyamıyordu. Asıl sağırların olup bitenlere kulak tıkayanlar olduğu bu dünyada özrü kalbinden, kalbi bedeninden büyük bir Z. idi. Büyük hikâyelerin kahramanlarına ad verilmez misali anlatılar arasında Z. olarak geçmeyi seviyordu.

Kendine gelip arkasını döndü ve bir şeyler anlatmaya çalıştığını tahmin ettiği adama baktı. Ne istiyordu? Ne olmuştu? Amacı neydi? Burası oturmaması gereken bir yer miydi? Yoksa adam mı kaybolmuştu? Bir şey satmaya çalışıyor olabilir miydi? Nereden anlayacaktı bunu?

Adama bakıp duyamıyor olduğunu anlatmaya çalıştıysa da onun adamı anlayamadığı gibi adam da onu anlamıyordu. Diğer insanlarla olan bağı işte bu kadar kopuktu. Aynı dili konuşmayan iki insan nasıl anlaşırdı? Peki ya biri hiçbir dil konuşamıyorsa insanlarla nasıl iletişime geçebilirdi? Evet… Anlaşamazlardı. Belki biri, diğerinin ne demek istediğini anlayacaktı. Ama anlaşmak bundan ibaret miydi? Onunla bir bağ kurmayı kim isterdi? İsteyen olsa bile, bunun için uğraşacak mıydı? Sırf duyamadığı ve bu nedenle de konuşamadığı için, insanların ona aptal gözüyle baktığını biliyordu. Her zaman sadece yardıma muhtaç olan biri olarak kalacaktı diğerlerinin gözünde. Oysa o, anlıyordu. Gözlemliyordu. Problem beyninde değil, kulaklarındaydı.

İçinden bir ses duyulmak istercesine haykırıyordu: ‘’Hey, ben buradayım! Bak etten, kemikten bir de bunların içine çokça yakışan bir ruhtan yaratılmışım. Birine ya da bir şeye ait olmak istiyorum. Öyle ait olayım ki oradan başka hiçbir yere ait olmayayım. En güzel gülüşlerimi oraya saklayıp en rahat orada ağlayayım.’’ Olanca gücüyle bağırsa da bu sözler duyulmuyordu. Çünkü bir insan, diğerlerinden herhangi bir yönde eksik olduğunda, işte böyle işe yaramaz bir yükmüş gibi hissetmeye zorunlu tutuluyordu. Başka insanların dış görünüşünü seçemediği gibi, o da bu fiziksel durumu seçememişti. Bu neden onu diğer insanlardan değersiz kılıyordu? Adamın attığı boş bakışlardan, onun da bir şeylerin yanlış olduğunu anladığını fark etti.

Sonrasında gelen acı bakışlar da onun en iyi bildiği ruh hâliydi. Evet, insanlar ona hep böyle bakıyorlardı. O da zamanla neden böyle baktıklarını anlamıştı. Bütün hayatı boyunca bu gözlerle bakılan birinin, diğer duyguları anlaması da bir hayli uzun sürmüştü tabii. Hoş, onları da tam anlıyor muydu emin değildi. Nasıl öğrenecekti ki? İnsanlardan doğrudan aldığı tek duygu, acıma duygusuydu. Peki ya diğerleri?  Bir insan, kendi yaşayamadığı bir duyguyu, gözlemle anlayabilir miydi? Bilmiyordu. Belki anlayabilirdi, belki anlayamazdı. Ona bu konuda nasihat verebilecek biri yoktu. İşte, şimdi ona sırtını dönmüş, uzaklaşmakta olan bu adamı izlerken yeniden düşündü. Herkes tek tek onun hayatına girip, durumunu öğrenince böyle çekip gidecek miydi? Bilmiyordu.  Nasıl öğrenecekti?

Belki öğrenecek, belki de öğrenemeyecekti. Hayatın ne getireceğini kim bilebilirdi? Yavaşça gülümsedi. Bu gülümseme acıtıyor muydu yoksa tamamen anlamsız mıydı, emin değildi. Gözlerini kapadı. Şu anda görmekte olduğu siyah ekran, içinde bulunduğu sağır edici sessizliğe belki de en çok yakışan görüntüydü. Şimdi bu ekranı kendi hayalleriyle doldurmak, ona kalmıştı. Çünkü hayal kurmak dışında insanlarla buluşabileceği bir yeri, şimdilik o da göremiyordu. Eğer ki başka bir yer var ise, o Sonra düşündü, kimsenin duyamadığı beyninde bir şarkı tutturdu: ‘’ Bir yer yarattım keyfimce, insanlar el ele gönlümce, oranın insanları da düşünceleri de bana benziyor…’’ yer ihtimaller ülkesinin sınırlarından bir hayli uzaktaydı. Gizleniyor ve gizlenmeyi çok da iyi başarıyordu. Sonra düşündü, kimsenin duyamadığı beyninde bir şarkı tutturdu: ‘’ Bir yer yarattım keyfimce, insanlar el ele gönlümce, oranın insanları da düşünceleri de bana benziyor…’’

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir